22 Aralık 2014 Pazartesi

Tercüman - İsmail Gaspıralı -1




Dilde, Fikirde, İşde Birlik


Türk tarihinin önemli bir noktasında bulunan, Türk düşünce tarihine büyük katkısı olan tarihi bir şahsiyet İsmail Gaspıralı. İnsanlara o zamanda gazete okutmayı sağlayan, yeni nesil öğretim tekniği geliştirerek köhnemiş eğitim sistemini değiştirerek yeni nesil okullar açıp eğitimi ileri safhalara taşıyan biri olmasına karşın çok az bir çevre tarafından tanınmış bir kişidir.

İsmail Gaspıralı bugünkü Kırımda Gaspra şehrinde doğdu. (1851) Ailesi Çarlık imparatorluğu içindeki soylu Türk ailelerinden biriydi. Babası Çarlık sistemi içersin de belli bir askeri mevkiye kadar gelmişti. Bundan dolayı kendisininde Çarlık Ordusu içersin de yer bulup yükselmesi muhtemeldi. Fakat Rusya - Osmanlı savaşı patlak verdiğinde İsmail Gaspıralı Osmanlı ordusuna katılmak için kaçtığında yakalanıyor. Bunun sonucunda ne Osmanlı ordusunda nede Çarlık ordusunda bir görev alamıyor. Kendisine sadece öğretmenlik görevi kalıyor yapabileceği o dönemde. Hayatı çok yoğun geçen İsmail Gaspıralı İstanbul, Fransa, Kırım arasında ilk zamanlarını geçiriyor. Bu zaman zarfı içersin de çok önemli kişilerle temasa geçip, kendi bilgi seviyesini de geliştiriyor. Türkçe, Rusça ve Fransızca biliyor. Kırım o dönemde Çarlık içindeki aykırı düşünen entelektüel kişilerin gelip buluştuğu bir mekan ayrıca. Buradaki sohbetler ile kendisini geliştirmiş ve o zaman ki Rusya'nın önde gelen kültürlü kişilerine kendini dinletmişti. Kırım'a döndüğünde gazetelerde yazı yazmaya başladı. ilk önce birkaç farklı gazetede  yazılar yazdı. Daha sonra da sahibinin ve baş yazarının kendisinin olduğu Tercüman gazetesini çıkarmaya başladı.

İsmail Gaspıralı'nın fikir yapısı Rusya içindeki Türk-Müslüman toplumun eğitilip bilinçlenmesi ve Rus toprakları içersin de hak ettikleri mevkileri almaları yönünde. Bu düşünceleri savunurken de bu işi zorla değil, kendilerininde Çarlık İmparatorluğunun bir unsuru olduklarını ve diğer vatandaşlar gibi haklarının verilmesini savunuyor. Tabi burada Türklerin de eğitim durumlarını, o zamanki durumlarını görerek kendilerini geliştirmelerini, bilinçlenmelerini, birlik ve beraberlik içersin de hareket etmeleri gerekliliğini savunuyor. Ama bunları yaparken kesinlikle ayrılıkçı bir politika izlemeyip, kendilerinin bu devletin bir unsuru olduklarını vurgulayarak yapıyor. Bu politikalar neticesinde o zamanın baskıcı rejimine ve sansüre karşı Tercüman gazetesinin yayınlanmasının iznini alıyor. 

Bu faaliyetlerinin yanında kendisinin geliştirdiği Usul-ü Cedit sistemi ile insanlara 40 günde okumayı öğretiyordu. Tercüman gazetesinin yayınlamaya başladığı sırada bu öğretim sistemini bir okul haline getirmişti. Tüm Rusya Türklerinin bulunduğu yerlere bu okulları açarak bir eğitim devrimi gerçekleştiriyordu o dönemde.


İsmail Gaspıralı 1914 yılında vefat edinceye kadar çok yoğun bir hayat yaşamıştır. Türkleri cehaletten kurtarmak, kendi bilinçlerini yeniden kazanmasına yardımcı olmak ve Rusya topraklarında ki vatandaşlık haklarının çiğnenmemesi için çok çaba göstermiştir. Bu çabaları da sonuçsuz kalmamış kimsenin şuan bile yapamadığı gazete okuma coğrafi büyüklüğüne ulaşmış, kurduğu okullar ile Türk-Müslüman toplumunun  eğitimin seviyesinde devrim yaratmıştır. Bu yıl İsmail Gaspıralı'nın 100. ölüm yıl dönümü olmasına karşın halen onun bize bıraktığı fikirlerden ne yazık ki çok uzaktayız Türk Devletleri olarak. Onun fikirlerini ve olaylara karşı gösterdiği tepkileri yazılarından okudukça onu daha iyi anlayabilir, Türk toplumunu ulaştırmak istediği hedefe ulaşabiliriz. İsmail Gaspıralı'yı anlamak için ilk olarak Pozitif yayınlarından çıkan Necip Hablemitoğlu'nun yazdığı Gaspıralı İsmail kitabını okumak faydalı olacaktır. 

Ana kitabımıza gelirsek. İsmail Gaspıralı'nın çıkardığı Tercüman gazetesinin günümüz Türkçesine çevrilmiş halidir. Sabri Arıkan tarafından derlenmiş ve Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı tarafından 2 cilt halinde yayınlanmıştır. O dönemi ve İsmail Gaspıralı'yı kendi kaleminden fikirlerini tanımak için çok önemli bir kaynak. Kitabı kaliteli basmışlar, sayfaları diğer kitaplar gibi değil, hacmi büyük ve ağır okurken tutmaktan bileklerim ağrıyordu zaman zaman.

Kitabı ve Tercüman gazetesini bu yazıda fazla tanıtmadım. Amacım ilk önce size İsmail Gaspıralı'yı  tanıtmak daha sonra Tercüman ve Usul-ü Cedit hakkında bilgi vermek. Diğer yazılarda bu konulara  değineceğim. 






15 Aralık 2014 Pazartesi

On iki Hayvanlı Türk Takvimi





Tarihte her medeniyet gibi Türkler de zamanı kaydetmek için bir takvim kullanmışlardır. Bugün bu takvim kullanılmasa da bazı ananelerde halen etkisi devam etmektedir. Türklerin Kullandığı bu takvim on iki hayvanlı Türk takvimidir.

Türk tarihinde zamanda geriye gidildikçe yazılı kaynağın azalmasından dolayı on iki hayvanlı Türk takviminin Türklerde ilk ne zaman ortaya çıktığı tam tarihi bilinmiyor. Ama MS 48 yılında Çinlilerde görülmeye başlanmış. MÖ 1 yy'da ise Çinliler tarafından bilindiğine dair işaretler bulunmakta. Türkler dışında Çinliler, Tibetliler, Moğollar ve daha sonra Moğolların etkisi ile diğer Orta Asya topluluklarına yayılmıştır. 

Takvim 12 yıllık dönemlerde oluşmakta ve her yıla bir hayvanın ismi verilmekte. Sıçan ile başlayıp Domuz yılı ile 12 yıllık döngüyü tamamlar. 

1. Sıçgan - Sıçan
2. Ud - Sığır
3. Bars - Bars
4. Tavışgan - Tavşan
5. Lu - Ejder
6. Yılan - Yılan
7. Yond - At
8. Koy - Koyun
9. Biçim - Maymun
10. Taguk - Tavuk
11. İt - Köpek
12. Tonguz - Domuz

Türk takvimi dünyanın güneş çevresinde dönmesini esas almakta. Güneş yılı bu takvime göre 365 gün 5 saat 50 dakika 47 saniye olarak Uluğ Bey tarafından hesaplanmış daha sonraki tarihlerde. Bunun yanında Ay takvimini de kullandıkları fakat aradaki farktan dolayı yıla eklenti yaparak takvimi sabit tuttukları da görülmekte. Ama esas takvim Güneş yılına göre alınmakta. Yıl başı olarak Nevruz'u almaktadırlar. Türklerin Güneşin konumundan oluşan Burçlar konusunda bilgisi olduğu belirtilmiştir. 

Bir yılı 12 aya bölüyor günümüzdeki gibi. Birinçay (birinci ay), ikinçay (ikinci ay), üçünçay (üçüncü ay), dördünçay (dördüncü ay), beşinçay (beşinci ay), altınçay (altıncı ay), yedinçay (yedinci ay), sekizinçay (sekizinci ay), dokuzunçay (dokuzuncu ay), onunçay (onuncu ay), onbirinçay (on birinci ay), onikinçay (on ikinci ay) diye adlandırılmış.

Mevsimlerde dörde bölünmüştür. Oğlak ay (ilkbahar), Ulu Oğlak Ay (yaz), Uluğ Ay (sonbahar), Ay (kış) şeklinde adlandırmışlar.

Bir günü 12 kısma ayırmışlar ve her birine çağ denmiş. Her çağda sırası ile bir hayvan adını almakta. Bir çağ 2 saate karşılık gelmekte. Bir çağ sekiz Keh'ten oluşuyor. Buda 15 dakikaya karşılık geliyor. Daha altlara giden hesaplamaları da var. Fakat onlara değinmeyeceğim. Kitapta geniş şekilde değinilmiş.

Neden bu kadar geniş bilgi verdiğimi size açıklamak isterim. Zaman konusu ve bunun hesaplanması medeniyetler bakımından çok önemli bir gelişmişlik göstergesidir. Bundan dolayı 12 Hayvanlı Türk Takviminin o dönemde ne kadar günümüze yakın şekilde bir takvim oluşturduklarını göstermek istedim. 

Türkler neden Nevruz'u yıl başı aldığını kısa olarak değinecek olursak. Bu gün Türklerin Ergenekon dan çıktıkları gündür. Türklerin bu efsanesinde yok olmanın eşiğine gelip Ergenekon denen yere saklanıp burada tekrar  çoğalarak dışarı çıkmalarını anlatır. Her yıl bu günün anısına Türkler hususi bir merasim düzenlerler. Merasim ile bir demir parçasını ateşle kızdırırlar, Han bu demiri örs üzerinde çekiçle döver. Halk bu günü kutlu sayar ve çeşitli etkinlikler ile kutlarlar. Bunun bir şeklide kutsal mağaralara gidip ayin yapıp saygılarını sunmaktır. Ergenekon düşüncesi halen Türkler arasında yaşamaya devam etmektedir. Türkiye de etkisini çok görmeseniz de diğer Türk devletlerinde ve topluluklarında daha canlı şekilde kutlanmaktadır. Bizimde bu kültürü daha çok canlandırmamız gerekiyor.

Osman Turan'ın yazdığı bu kitap şuan için bu konudaki tek ve en gelişmiş kaynak. Kitabın içinde yıllara verilen isimlerden bir çok konu üzerinde akademik tartışmaları da öne çıkartarak incelemiş. Şuan ki zamana göre Türk Takviminin hesaplanmasının nasıl yapılacağını formülünü de sunmuş. Bunun yanında burada bahsetmediğimiz gelenekler, düşünceler gibi çeşitli Türk Kültüründe olan şeyleri de hoca değinmiş kitabında. Türk Kültürü ve Tarihini araştıranların okuması gerektiğini düşündüğüm bir kitap.


2 Aralık 2014 Salı

Atatürk'ün Bana Anlatıkları






Atatürk kendi yaşamı boyunca Nutuk haricinde anılarını kaleme almamış. Bu ufak kitapta Mustafa Kemal'in  Falih Rıfkı Atay'a 1926 yılında Hakimiyet-i Milliye Gazetesinde yayınlaması için anlattıkları bulunmakta. 

Kitabın hacmi küçük olduğu için fazla anlatma işine girmeyeceğim. Ufak bir kitap ama içindeki bilgiler çok önemlidir bizim için. Mustafa Kemal bu kitapta Kurtuluş Savaşı öncesi çeşitli konular hakkındaki hatıralarını anlatır. Bu hatıralar 1. Dünya Savaşı sonrası, Mondros Mütarekesi, İstanbul'un vaziyeti, İstanbul'daki yaptığı işler, o vakit Devlet yönetiminin durumu, Şehzade Vahdettin ile Almanya gezisi daha sonra Padişah Vahdettin ile olan görüşmeleri gibi daha başka ufak konuları da içermektedir.

Sultan Vahdetin'in kendi hatıratı olmadığı için. Mustafa Kemal tarafından anlatılan gezi ve gözlemler. Daha sonra Padişah olduktan sonraki görüşmeler önemlidir. Bunun yanında Mustafa Kemal 1. Dünya Savaşı Sonrası Mondros Mütarekesinin imzalanmasını istemeyişi ve yazdığı raporlar. İstanbul da yürüttüğü çalışmaları kendisi anlatmaktadır. 

Bu kitabı Sel Yayınları baskısını (1955) almanızı öneriyorum. Yeni baskıları günümüz Türkçesine çevirelim derken anlam bozuklukları yapmışlar. Kitabın dili öyle anlaşılmayacak kadar ağır değildir zaten. Bir kaç kelime var onları da TDK sözlüğünden yararlanılarak öğrenilebilir. Sel yayınları 1955 yılında başlattığı bir yıl boyunca süren Atatürk Kütüphanesi serisi ile 20 cep kitabı yayınlamışlar. Bunlar;

Cilt 1: Atatürk'ten Hatıralar - Celal Bayar
Cilt 2: Atatürk'ün Hususiyetleri - Kılıç Ali
Cilt 3: Anafartalar Hatıratı -  Mustafa Kemal
Cilt 4: Ankara'nın ilk Günleri -  Yunus Nadi
Cilt 5: Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor - Kılıç Ali
Cilt 6: Atatürk'ün Anlattıkları - Falih Rıfkı Atay
Cilt 7: Mustafa Kemal Paşa Samsun da - Yunus Nadi
Cilt 8: Yakınlarından Hatıralar
Cilt 9: İstiklal Mahkemesi Hatıraları - Kılıç Ali
Cilt 10: Birinci Büyük Millet Meclisi - Yunus Nadi
Cilt 11: Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri - Falih Rıfkı Atay
Cilt 12: Şeyh Said İsyanı - Behçet Cemal
Cilt 13: 30 Ağustos Hatıraları
Cilt 14: Ali Galip Hadisesi - Yunus Nadi
Cilt 15: Denizli Vak'ası ve Demirci Mehmet Efe - Sındırgılı Süreyya
Cilt 16: Çerkes Ethem Kuvvetlerinin İhaneti - Yunus Nadi
Cilt 17: Cumhuriyet Nasıl Kuruldu? - Feridun Fazıl Tülbentçi
Cilt 18: Atatürk'ün Son Günleri - Kılıç Ali
Cilt 19: Dolmabahçe'den Anıtkabir'e - Behçet Kemal Çağlar
Cilt 20: Bozkurt - Armstrong

25 Kasım 2014 Salı

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın





Umberto Eco'nun okuduğum ilk kitabı. Çok merak ettiğim bir yazar idi. Gülün Adı adlı romanı ile başlamak istiyordum fakat fuarda kitabı görünce dayanamayıp aldım. Kitap iki kişi arasında sohbet şeklinde geçiyor ama ne sohbet. Öyle soru cevap soru cevap şeklinde de değil. Arada bir soru soruluyor onun dışında yazarlar konu hakkında öyle kendilerini kaptırıyorlar ki. O konudan başka konuya o konudan başka konuya gidip geliyorlar. Bu sohbeti dinlerken anlıyorsunuz ki bu iki kişinin kültürel bilgisi muazzam.


Umberto Eco; İtalyan Simge bilimci (SemioticianGösteri Bilimi demişler anlamadım), denemeci, filozof, edebiyat eleştirmeni ve romancıdır. Halen hayatta olup günümüzün en önemli bilim adamlarından bir tanesidir. Dünyanın en büyük entelektüelleri arasında ilk 100'e girmiş bir çok kere. Kendisinin bir çok kitabı Türkiye yayınlanmış. Kendisi romanları ile daha çok tanınsa da bir çok akademik makalesi, çocuk kitapları ve eleştiri yazıları bulunmakta.

Jean-Claude Carriere; Fransız romancı, aktör, yönetmen ve senaryo yazarı. Akıl Defteri ve Martin Guerre Döndü mü ? gibi kitapları Türkiye de yayınlanmış. Ayrıca Fransa'nın en büyük sinema enstitüsünün de (Le Femis) başkanı. Bu enstitü dünyanın en iyi sinema enstitüleri arasına girmiş. Yazarın ayrıca yazdığı ve yönettiği bir çok filmde bulunmakta.


Kitabın asıl konusu ne derseniz kitaplar ve onu oluşturan yazı ve kağıt üzerine bir şey olacağını söylerdim ama değil. Bu konulardan bahsediyorlar ama öyle tek konu üzerinde durmuyorlar. Karşılıklı sohbet havasında bir çok konu üzerinde konuşuyorlar. Kitap ve verilerden bir başlıyor yazarlar konuşmaya. Günümüzde ki veri depolama sistemleri üzerine, kitabın ilk oluşumu, sansür olayları, kitap tarihi, kütüphaneler, kütüphanelerin yok oluşları, sinema tarihi, kitap koleksiyonu, yazar vs. O kadar çok şey üzerinde konuşuyorlar ki kendinizi bir o konuda bir bu konuda buluyorsunuz. İki yazarında bilgisine bu konuşmalar sırasında hayran da kalıyorsunuz bu arada.

Bu iki kişinin arasında geçen sohbet, okuyanların ve belli seviyede kütüphaneye erişmiş kişilerin çok hoşuna gideceğini düşünüyorum. Çünkü sizin yaşadıklarınızın ve bu konular hakkında düşündüklerinizi onlarda yaşamış ve düşünmüşler. Bu konular hakkında ki bilgileri de size aktarıyorlar. Çoğu kitap okurunun başına gelen bir mevzu; bir arkadaşınız evinize gelir. Sonra o kalıp soruyu sorar "Bunların hepsini okudun mu?"  Bu soruya kitapta çok güzel ve absürt cevaplar üretmişler yazarlar. Eco'nun söylediğini ben burada paylaşayım diğerlerini okuyunca görün. Eco "Hayır. Bu kitaplar yalnızca önümüzdeki hafta okumam gerekenler. Okumuş olduklarım üniversitede." Kitap aramanın ve onları almanın üzerine de durmuşlar. Bir kitabı arayıp bulmanın ne kadar zahmetli olduğunu ve yeni nesil zenginlerin süs olsun diye bu kitapları kütüphanelerine koyduklarını anlatıyor. Kendisinin de Amerika da ki bir sahafa 10 yıl boyunca bir kitap için gidip gelmiş sonunda kitabı almış. Kitap fiyatları hakkında, en değerli kitap, tamamlamak istedikleri seriler, öldüklerinde kütüphanelerinin ne olacağı ve değerleri. Gerçekten çok konu konuşuyorlar. En son bombayı sona saklamışlar tabi benim ağzım açık kaldı. Kaç kitabını var diye soruyorlar Eco 50.000 kitabı, J.C.Carriere'nin de 30.000-40.000 civarı kitabı varmış. Eco'yu araştırayım derken bir tane röportajını izledim. İlk kendi evini gezdiriyor gerçekten ağzınız açık kalıyor. 

Bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. Yalnız kitabı okuyacaklara şöyle bir uyarı yapayım. Eco sohbet arasında Gülün Adı kitabında ki hikaye hakkında bazı şeylerden bahsediyor. Romanı okumayı düşünenler bunu göze alarak okusunlar.


19 Kasım 2014 Çarşamba

Mitoloji Üzerine Araştırmalar





Mitolojinin ne olduğunu Mitolojiye Giriş kitabının ilk paragrafında açıklamıştım. İnsanların eski çağdan temellendirdikleri daha sonra sözlü edebiyat halinde nesilden nesle aktarılarak devam eden bir unsurdur Mitoloji. Bu kitapta mitolojinin bir yönünün daha olduğunu bize göstermek istemiş hoca. Mitoloji tarihte gerçekleşmiş bir olaydır. Evrenin yaratılışı, dünyanın yaratılışı, insanın yaratılışı, kendi milletlerinin oluşumu, kahramanları, inanç ögelerinin varlığı gibi var olan yada olmuş olan şeyleri efsane haline getirerek bunları nesilden nesle aktarmışlardır. Mesela biz batı Türklerinde ki Oğuz Destanı, Ergenekon Destanı, Dünyanın yaratılışı gibi konular sözlü olarak aktarılmış. Çok geç dönemlerde yazıya geçirilmiştir. 

Mitolojik olaylar bir tarih gibi anılmaz ve anlatılmaz çünkü onun içinde bir kutsiyet vardır. Anlatım sırasında belli bir tören gerçekleştirilir, belli zamanlarda anlatılır, belli kişilere söylenir. Nasıl Ergenekon destanda oradan çıktıktan sonra her yıl aynı tarih bayram olarak kutlanmış ve halen devam etmekte. İşte bu şekilde bir kutsiyet içersin de devam eder. Bir tören vardır onun anısına demir dövülür. Hoca'da bu kutsiyet olayını vurgulamak için çeşitli kültürlerde ki aynı şekilde olaylar hakkında bilgi vermiş. Bizden farklı şekilde olan toplulukların mitolojisi ve maddeyi algılama şekilleri üzerine de durmuş. Mesela halen kültürümüzde devam eden ekmeğe saygı olayı Sumer Mitolojisinde Tahılların tanrısı olan Enki'den kaynaklıdır.

Kitapta Menşe ve Kozmogonik Mitlerde anlatılmış. Menşe mitleri denince olmuş yada yeni olan her cisim için oluşturulmuş mitlerdir. Bunlar aynı zamanda kutsal olarak geçer. Demir, su, yağmur, bitkiler, hastalıkları vs. Kozmogonik mitler ise o toplumun evrenin, insanların, gök cisimlerinin yaratılmasını, hayat ve ölümün nasıl oluştuğunu anlatır.

Kitabın en sonunda çeşitli milletlerin mitlerinin yeniden değerlendirilip, okunmuş. Bu kısım benim pek hoşuma gitmedi. O çağlarda olmayacak düşünce şekillerini atfetmiş gibi geldi hoca. Merak eden okuyabilir, hacmi de küçük bir kitap ama ben tavsiye edemeyeceğim bu kitabı.

Prof.Dr. Bilge Seyidoğlu geçen Ağustos ayında vefat etmişti. Hocaya Allah'tan rahmet diliyorum.


10 Kasım 2014 Pazartesi

Atatürk'ün Bize Bıraktığı Miras



Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün aramızdan ayrılmasından 76 yıl geçmesine rağmen onun dediği gibi fikirlerini ve duygularını anlayabildik mi ?  

Hayatının çoğunda kitaplar ile vakit geçirmiş, fikirler üzerine kafa yormuş, aklına gelen düşünceleri kitaplar vasıtası ile araştırmış bir insan. Kitap okumak onun için su içmek gibi doğal bir ihtiyaç. Cephede, evinde, yolda hayatının her döneminde kitap var. Hasta olduğunda yatağındayken bile Amerika da çıkan bir kitaptan haber alıp onu getirtip okuyan bir insan.

Bir konu üzerine düşündüğü zaman o dönemdeki tüm yayınları okur, ülkede yok ise getirtirdi. O kitaplar üzerinde çalışır daha sonra çeşitli insanlar ile ünlü olan sofrasında bu düşünceleri tartışırdı. Yaşamı boyunca kayıtlı olarak  3999 tane kitap okumuş ( seriler bir kabul edilmiş). Tarihten, Türkçe dil bilgisine, iktisat, siyaset, İslam tarihi ve din, fen bilimleri, askeri kitaplar, hukuk gibi çeşitli türde kitaplar okumuş ve bunlar üzerinde o dönemde ki insanlar ile tartışmıştır. Hayatı boyunca büyük bir bilgi birikimine sahip olan bir insanın düşüncelerini okumadan anlayabileceğimizi bize düşündüren nedir ?

Bugün fizik okumamış bir insan genel görecelik yasasını anlayabilir mi ? Türk tarihi okumamış bir insan neden bu kadar devlet kurduğumuzu ?  Demek istediğim Atatürk'ü ve yaptıklarını, yapmak istediklerini, düşüncelerini anlamak istiyorsak okumamız gerektiğidir. Eğer ki sosyal bilimler ve fen bilimleri alakalı kitaplar okumuyorsak ne Atatürk'ü anlarız nede onun yaptıklarını, nede yapmak  istediklerini. 


"Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur...Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar."    Mustafa Kemal Atatürk





9 Kasım 2014 Pazar

Mitolojiye Giriş







Mitoloji kültürlerin temelini oluşturan, kültürün içinde hiç bir zaman yok olmayan. Zaman içinde evrilerek farklı hallere alarak yaşamaya devam eden insanların çevresini, evreni, yaratılış olaylarını, kahramanlarını, inançlarını gibi konuları algılama biçimlerini gösterdikleri kültürü oluşturan temek taşlardan bir tanesi.

Bundan dolayıda bende Türk Tarihine girmeden önce Türklerin evreni, yaratılışlarını, kendilerini, dünyayı, çevreyi ve inanç unsurlarını nasıl algıladıklarını daha iyi öğrenmek için bu konu üzerine eğilmeye karar vermiştim. Bu kitaptan sonra Türk Mitolojisi, Kozmolojisi ve Eski inançlarını okuyarak bu kolu devam ettireceğim.

Türkiye de Cumhuriyetin kurulması ile birlikte Atatürk'den sonra Yunan Mitolojisine büyük bir alaka doğmuş. Altın yıllar denilen zamanda yapılan Anadolu Medeniyetleri ve Türkler üzerindeki çalışmalar durmuş. Bunun yerine Yunan Mitolojisi ve başka konular üzerine kitaplar çevrilmeye başlanmış. Fuzuli Bayat Hoca da Türk eğitim sistemi içersin de yoğun bir Yunan Mitolojisi öğretildiğini fakat Türk mitolojisi üzerinden fazla durulmadığını görerek bu kitapları yazmaya karar verdiğini söylüyor. Bu kitapla birlikte üç kitaplık yayını çıkardığını ve bir Türk mitolojisi için metot oluşturmaya çalıştığını aktarıyor. Mitoloji konusunda en büyük eksiklerden bir tanesinin de metot eksikliği olduğunu, diğer kültürlerin oluşturdukları metotların bizim için uygun olmadığını söylüyor. 

Bu kitabında mitolojinin ne olduğunu, bilim çevrelerinde diğer bilim adamlarının mitoloji üzerinde ki fikirlerini söylüyor. Mitolojinin ilkel inanç sistemleri, masal, efsane, destan ve menkıbe gibi edebi kültürü oluşturan ögeler arasındaki bağlantıları uzun uzun anlatmış. Türk Mitolojisi konusunda daha önce yapılmış çalışamalar üzerinde de duruyor. Tabi arada mitolojik olaylar, karakterler ve mitoloji içinde bulunan materyalleri de anlatıyor. 

Avrupa kendisinin fikir kökenlerini Yunanlılara bağladığı için bu Yunan Mitolojisi ve bilgisi konusu pek gündeme gelmiyor. Avrupa'dan etkilenen bizim araştırmacılarda bu konuya değinmeyerek aynı misyonu devam ettiriyorlar. Bunlardan dolayı bilinçsizce bir Yunan köken tezi propagandası var. Ama farklı bilim dalları incelendikçe ve yeni bulgular ortaya çıktıkça. Her şeyin Yunan kaynaklı olduğu tezi çökmeye başlıyor. Bu konuya burada girmeyeceğim çok uzun sürer. İleride bir kitap eşliğinde yazmayı düşünüyorum. Ama Yunan Mitolojisinin çoğu ve bize söylenen teorilerin, fikirlerin aslından daha eski medeniyetlere ait olduğu. Yunanlılar bunları onlardan alarak kendilerinin gibi kullandıklarını göreceksiniz. 

Hocanın burada bizi ilgilendiren iki tespitini yazmak istiyorum.

1) Türk mitolojisinde çok tanrıcılık yoktur.
Bu maddeyi açıklamıyor. Diğer kitaplarında değinecektir bu konuya. Bende diğer kitapları okudukça, eski Türk inanç sistemine girdikçe cevabı bulmaya çalışacağım. Acaba Gök Tengri sistemin tepesinde bulunan bir yaratıcı ve altındakilerde çeşitli rütbelerde tanrıları mı ? Yoksa Semavi dinlerde olduğu gibi Gök Tengri yaratıcı ve diğer unsurlar cinler, kötü ruhlar, melekler gibi diğer varlıklar mı? Bu sorunun cevabını okudukça bulmaya çalışacağım. Şimdiye kadar çeşitli bilim adamlarından, yazarlardan duyduğum kadarıyla bazısı Tek Tanrılı bir inanç var diyor, bazısı çok Tanrılı bir inanç var diyorlar Türkler için. Umarım bizde doğrusuna erişiriz okudukça.

2) Türkler tetotemcilik yoktur
Totem deyince büyük çoğunluğun aklında Amerika yerlilerinin yaptığı büyük çeşitli hayvanlardan yada ruhların tasvir eden uzun totemler gelmiştir. Bizde bu tür bir inanç yok. Bunu açıklarken de bizde sadece Bozkurt'un olduğunu belirtmiş. Ama Oğuz boylarının her birinin farklı kutsal hayvanı vardır. Alt inanç da onları temsil eden bu konuya değinmemiş. Diğer kitaplarında Oğuz Destanında değinecektir muhtemelen. 


Son olarak kitapta Türklerin mitolojik unsurlar arasında bir fark görmüyorlar. Bundan dolayı kurttan türeyebiliyor, yerin ve göğün kızları ile evlenebiliyor, perilerle evleniyor, kutsal ışıktan hamile kalabiliyor ve ağaçtan doğa biliyorlar. Kendilerini algıladıkları çevrenin bir ferdi sayıyorlar. Bunu Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk tanımından nasıl anlatmış;
Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne yedi bin senelik, en aşağı bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarlarıyla sallandı. Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela, korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır. Kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.

Mitoloji konusunu okuyacak olan arkadaşlara, daha sonra Türk mitolojisi ve destan sistemlerine geçecek olanlara bu kitaptan başlamalarını tavsiye ederim. 


5 Kasım 2014 Çarşamba

Cennetin Ejderleri




En son askerde bilimsel kitaplar okumuştum oda bir yılı aşkın bir süre geçti sanırım. Kendimde gerçi bilimin içinde olmama rağmen bu konuları biraz geriye bırakmam ilginç oldu. Yeniden bilimsel kitaplar okuma konusunda beni heyecanlandıran Eline bir kez kitap geçmeye görsün'e teşekkür ediyorum. Bundan  sonra ara ara fen bilimleri ile alakalı kitaplar okumaya devam edeceğim. Yoksa okuduğumuz çoğu kitap bilimsel ama sosyal bilimlere giriyor :)



Carl Sagan; ABD de yaşamış çok ünlü ve başarılı bir gök bilimci. Yaşadığı dönemde bilimin popülerleşmesi için çalışmış. Bu amaçla Contact (Mesaj) kitabını yazmış. Bu kitaptan uyarlama Mesaj adlı filmde var. Benim çok hoşuma giden bir filmin Carl Sagan'ın kitabından çıktığını bende şimdi araştırırken öğrendim. Bunun yanında Cosmos adında 12 bölümlük evreni anlatan bir belgesel dizisi hazlamıştır. Bu aralar yeniden düzenlenmiş hali yayınlanmakta, onuda size tavsiye ederim. Bunların yanında kendisinin bir çok bilimsel kitabı bulunmakta. SETİ (Dünya Dışı Akıllı Varlık Araştırması) yönetiminde bulunmuştur. Film ve kitaplarını okuduğunuzda göreceksiniz zaten kendisinin eğer uzaylılar ile temasa geçersek nasıl olacağı ile ilgili düşünceleri neden SETİ'ye önem verdiğini gösteriyor. Bunun yanında diğer gezegenlerin ayları, gezegenler hakkında şuan bizim bildiğimiz bilgilerin bazılarını kanıtlamış. Saygım 10 kat arttı :)  Belki çoğunuz duymamış olabilir dünya dışı canlı biliminin (Astrobiyoloji) öncülerinden.


Kitap insan beyni üzerine yazılmış. Ama bunu nasıl anlatsam bilemiyorum. Yazar ilk olarak insan beyninin kapasitesini hesaplamak ile beni şaşkınlığa çevirdi. Gerçekten daha önce hiç böyle bir fikir okumamıştım. Kafatasımızın içinde ne kadar güçlü bir işlemci taşıdığımızı bize gösteriyor. Ama saksıyı çalıştırmazsan o dünyada eşi benzeri olmayan işlemcide bir işe yaramıyor tabi. Bunun yanında insanoğlunun beyninde tuttuğu bilgi seviyesinin ve kapasitesinin yanında. Beyni dışında bulunan bilgi birikimi hakkında da güzel bilgi veriyor. 

Şunu belirtmekte yarar var. Yazar Evrim görüşüne inanıyor. Bundan dolayı bakış açısı bu görüşte üzerine temellendiriyor. Beyinin işleyişi, gelişimi ve güncel olan bir çok konu hakkında bilgi vermiş yazar. Beynin fiziksel özelliklerinin zekaya etkisinide inceliyor. Dinozorların zeka seviyesi konusunda ki bölüm ise gerçekten ilginç. Benim bildiğimin aksine dinozorların zeka seviyesi çok düşükmüş. Halen günümüzde nasıl evrim geçirerek yaşadıklarını da söylüyor.

Kitapta beni baya bir düşündüren bir konu var. Antropologlar (İnsan Bilimciler)  bir çok farklı insansı ve günümüz insanını ilgilendiren kemikler buldular. Bunlar arasındaki geçişleri ve bir biri arasındaki genetik bağlantıyı daha tam çözmüş değiller. Biz sürekli insanı tek tip düşünüyoruz oda şuan ki Homo Sapiens. Fakat bu bulunan iskelet kalıntıları farklı türde insansı türlerinin olduğunu bize gösteriyor. Ben geniş olarak İnsan Bilimi okumadım, bu bilim dalında acaba bu bulunan iskeletlerin büyük maymun, goril tarzı hayvanların atalarının olma olasılığı var mı sorusu aklıma geldi. Ama böyle bir ihtimal yok ise bu Homo Sapiens dışı bulunan iskeletler nedir sorusu bizim için çok önemli. Tabi bu iskeletlere teoloji biliminin vereceği cevapta önemli bence.

İkinci olarak beni en çok merak ettiren şey. İnsanlardan sonra zeka seviyesi görülen hayvanların dillerinin çözülememesi. Bunlardan yunus ve balinaların halen kendi aralarındaki iletişim çözülmüş değil. Maymunlar üzerinde yapılan çalışmalara değindiğinde ise insan daha fazla meraklanıyor. Burada araştırmacılar maymunların gırtlak yapısının konuşmaya elverişli olmadığını keşfetmişler. Daha sonra bir bilim insanı hayvanlara işaret dilini öğretilirse acaba iletişim kurulabilir mi diye düşünerek bu işe koyulmuş ve başarılı olmuş. İşaret dili öğretilen maymun insana tam şekilde yaklaşamasa da iletişim kurabildiğini soyut şekilde düşünebildiğini, şaka yapabildiği görülmüş. Fakat deneyi sonuna kadar devam edememiş. Yazar burada " Dişi maymun acaba doğal hayatında doğum yapsa bu konuşma bilgisini kendi yavrularına öğretir miydi ?" diye bir soru soruyor. Gerçekten çok ilginç bir şey olurdu bu olsaydı. Deneyin devamının olmasını isterdim. Beni de bu konuda meraklandırdı. Bilim kurgu dünyasında ki Maymunlar Cehennemi gibi ileriye dönük bir şey olur muydu? Belki günümüzde bu tür deneyler devam ediyordur. 

Yazarın okuduğum ilk kitabı olsa da bilime bakış açısı hoşuma gitti. Kitap içinde kendisi de incil üzerinden bir kaç yerde hikayeler anlatıyor ama fazla değil. Yazar burada kendi alanı dışında başka bir bilim dalı üzerinde kitap yazdığını da belirtelim.

Kitabın kapağı ise kitabın en ilginç noktasından bir tanesi. Cennetin Ejderleri ismi üzerine mi yapılmış emin değilim. Fantastik romanların kapaklarına yakışır ve bazılarından bile iyi bir şekilde kapak hazırlanmış. Esas kapağı daha iyi, kitap içeriğini tam yansıtmasa da kapakta bir gönderme var. Kitap 1977 de yazılmış. Okurken o zamanın bilimsel ve teknolojisini düşünerek okumanızı tavsiye ederim. 1978 yılında da Pulitzer ödülünü kazanmış.

Beynin ve zekanın gelişimini, beyinle ilgili günümüzde dahi sorulan soruları, evrim, hayvanlar, dinsel hikayeler ile ilgili anlatılar gibi konularda okunacak bir kitap.  Kitap size bilgi verirken düşünmeye de teşvik ediyor.








2 Kasım 2014 Pazar

Trablusgarp Savaşı ve 1911-1912 Türk-İtalyan ilişkileri





Trablusgarp savaşı konusuna okumaya devam ediyorum. Bir konu hakkında okuma karar verdiğim zaman yabancı yazarların o konudaki kitaplarını ve Türk yazarların o konudaki kitaplarını özellikle araştırıp okumaya çalışırım. Bu iki taraflı okuma negatif ve yanlı düşünceleri ortadan  kaldırmak için yapıyorum. Hemde bizimle ilgili olaylarda Avrupa'nın bakış açısı ile, Türk bakış açısını karşılaştırma imkanı sağlıyor.

Bu kitapta artık diplomatik ilişkilerden daha çok bizim içimizde gerçekleşen olaylar ile Trablusgarp Savaşı anlatılıyor. Diğer kitap konuyu diplomasi çerçevesinde anlatılıyordu. Bu kitapta nelerin olduğu, nasıl olduğu, kimlerin hangi görevleri aldığı ayrıntısı ile anlatılmış.

Trablusgarp Savaşı başlamadan hemen önce Osmanlı Devletinin durumu artık iflas etmiş ve çökmekte olan bir devlet. Borçlar ve kapitülasyonlar almış başını gitmiş. Ordu ve donanmanın durumu kötü. Bunların yanında devlet görevlilerinin saflıkları, iş bilmezlikleri, çıkar ilişkileri de eklenince sorunları çözmek zorlaşmış. İtalyanlar aslında Trablusgarp'ı işgal edecekleri çeşitli şekillerde işaretlerini veriyorlar. Osmanlı Devlet adamları, yabancı yayınlar bu konuya değiniyor. Fakat Osmanlı Devleti yönetimi bu uyarıları görmeyerek İtalyanların onları kandırmalarına izin vermişler. Savaş ilan edildiğinde ise çok büyük şaşkınlık yaşamışlar. Tabi elde para yok, donanma zaten 30 yıl önce çürümeye bırakılmış, Trablusgarp da ki birlikler Yemen bölgesindeki ayaklanmayı bastırmaya gitmiş. Bu kadar olumsuzluk içinde birde devlet yönetimindeki kişilerin savaşmak ve savaşmamak diye ikiye ayrılması da eklenince istemeden de olsa savaşın içine sürüklendik.

Osmanlı Devleti ne kadar Trablusgarp savaşında savunmaya yardım yapmak istese de bunu başaramıyorlar. Deniz yollarının tamamen İtalyanların elinde olması, Avrupa devletlerinin yardıma yanaşmaması işi çok zora sokuyor. Anca bir vapur silah ve mühimmat gönderiyor ki onunda macerası tam macera. Bu koşullarda Osmanlı Devletinin genç subayları aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti önde gelenleri kendi aralarında anlaşarak gizli yollardan direniş göstermek için Trablusgarp'a geçiyorlar. Bunlar arasında Enver Paşa, Mustafa Kemal, Nuri Bey (Conker), Ali Fethi Bey (Okyar), Fuat Bey ( Bulca), Halil Paşa (Enver Paşanın amcası), Nuri Bey ( Enver Paşanın kardeşi) , Ekrem Bey , Albay Neşet Bey en ünlü olanları Trablusgarpa geçen kişiler arasında. Bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar  savaştan savaşa koşacak insanların bir kısımını oluşturuyor. Osmanlı Devleti çökmesin diye gösterdikleri gayreti, sonrasın da elde kalan son toprağımızı da kaybetmeyelim çabası, bu insanların hayatlarını sürekli mücadele ile geçiriyor. İnsan tarihi bir bütün olarak okuyunca daha iyi anlıyor bu insanların durumunu.

Mustafa Kemal Mısır'dan geçerken ağır ateşleniyor, burada bir hafta dinlenip tekrar savaşa katılıyor. Fakat tekrar savaş sırasında hastalığın ortaya çıkması sonucu Avrupa'ya tedaviye gitmek zorunda kalıyor.

Trablusgarp'a gelen Türk subaylar oradaki kalan Osmanlı Ordusunu ve Arap aşiretlerini askeri bir düzene içine sokuyorlar. İmkansızlıklara rağmen İtalya gibi teknik ve donanım bakımından güçlü olan bir devlete karşı başarılı şekilde savaşmışlar. İtalyanlar Araplara propaganda yapıyorlar o dönemde. Hangi klasik söz var ya "Biz size özgürlük getirmek istiyoruz, Padişahın egemenliği altından kurtarmak istiyoruz" lafları söylemişler. Uçaklarla broşürler atmışlar. Ama en sonunda kıyı şeridinin içlerine geçemeyince, donanma ile kasabaları topa tutmuş, girdiği kasabalarda kadın, çocuk, yaşlı demeden herkesi öldürmüşler. Batının tutumu tarih sahnesine girdiklerinden bu yana hiç bir zaman değişmemiştir. Bundan sonrada değişmeyecek. Zaten günümüzdeki savaşları gördüğümüzde de değişmediğini görmektesiniz. Bu konuya ileride değineceğim okuduğum kitaplarda.

Balkanların kızışmaya başlaması Osman Devletini İtalya ile bir anlaşmaya varmaya zorlamış. Tabi kitaplarda bu serüvende anlatılıyor. İtalyanın neler yaptığı da. Burada ilginç olan antlaşma yapıldığında Trablusgarp da ki kimsenin bundan haberi olmaması. Padişah üç kere savaşı bırakınız diye hatt-ı hümayün yayınlıyor. En sonunda bir İtalyan askeri beyaz bayrak eşliğinden antlaşmanın kendisi ile bizim Türk birliğine haberi getiriyor. Yinede kimsenin savaşı bırakmaya niyeti yok. Fakat Balkan Savaşının başlaması ve Trakya bölgesinde hızlı ilerlemesi nedeniyle buradaki Türk subaylar savaşı bırakmak zorunda kalıyorlar. Bir çok Türk subayı geri dönüyor fakat burada kalan bazı Türk askerler ile örgütledikleri Arap aşiretleri İtalyanlara uzun zaman boyunca kök söktürüyorlar. Daha sonra bu Arap aşiretlerinin lideri kılıç kuşanmak için Türkiye'ye geldiğinde Atatürk kendisinden büyük övgü ile bahsediyor.

Bu konu hakkında yazılan kitaplar gerçekten çok az. Merak edenler hocanın yayınladığı bu kitabı okuyabilirler. Hocada zaten aynı sorunu dile getiriyor kitabında. Kitabın birinci baskısı baya önce yayınlanmış, bu ikinci baskısı. Fakat o zamandan bu zamana konu hakkında araştırmalar yapılmamış. Hoca kitapta İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yayın organı olan Tanin gazetesinden epey yararlanmış. Bunun yanında o zaman ki arşiv belgeleri, hatıratlardan da yararlanmış. Burada benim yapacağım tek eleştiri Abdülhamit Han'ın hatıratını kaynak olarak göstermesi. O zaman sahte olduğu biliniyor muydu bilmiyorum. Ama ikinci baskısı günümüze yakın olduğu için artık bu konu açığa çıktığından bu hatıratın kaynak gösterildiği yerden çıkarılması uygun olurdu. Ama hoca bunu yapmamış, hatırattan alınan bu kısım sadece bir yerde geçiyor. Fakat yinede ilmi bir çalışma için uygun kaçmıyor. Bunların dışında kitap bu konuda yapılmış az çalışmalardan. Bu konu hakkında bilgi edinmek için güzel bir kaynak.


Not: Tekrar belirtmekte yarar var. Abdülhamit Han'ın hatıratı sahte.


29 Ekim 2014 Çarşamba

Trablusgarp Savaşı ve Türk İtalyan Diplomatik İlişkileri






Mustafa Kemal Atatürk'ün tarih sürecinde aldığı yolları bende onun izinde fazla dallandırmadan takip edeceğimi daha önce yazmıştım. Mustafa Kemal'in ikinci kez bu kez sürgün olarak değil İtalyanlara karşı savaşmak için geldiği Trablusgarp 1911-1912 savaşı incelemek için bu kitabı okudum. Kitapta Mustafa Kemal yada diğer Türk subaylardan fazla söz edilmiyor. Daha fazla Enver Beyden söz edilmekte. Buda o dönemi okuyanlar bilecektir. Zaten ilk başta Mustafa Kemal Trablusgarp'a gelir ve ordu içinde aktif görev alarak yükselir. Fakat Enver Bey'in gelmesiyle birlikte Mustafa Kemal tekrar geri plana atılır. Bu iki tarihsel şahsiyetin bir biri ile uyuşmaması Selanikte İttihat ve Terraki Cemiyeti toplantılarında başlar. Daha sonra Enver Bey'in Cemiyet içinde güç kazanması, Meşrutiyeti ilan edilmesi, anayasanın tekrar yürürlüğe girmesi ve meclisin tekrar açılması olaylarının hepsi Enver Bey'e mal edilir. Buda hem İttihat ve Terraki Cemiyeti içersinde, halk içinde hemde Osmanlı yönetimi içersin de Enver Bey'e bir güç ve tanınırlık sağlar. Bundan sonrada uyuşmadığı Mustafa Kemal ve yakın arkadaşlarını uzak yerlere görevlendirerek onları engellemeye çalışır. Aynı durum Trablusgarp savaşında da Mustafa Kemal'in geri plana itilmesinin sebebi budur. 

Mustafa Kemal'in Trablusgarp yolunda, Mısır da rahatsızlanması daha sonra Trablusgarp'a geçmesi ve tekrar rahatsızlanması sonucu Trablusgarp'ı terk etmesine neden olur. Bu konulara bu kitapta fazla değinilmiyor. 


Tarih sürecinde hayret edilecek bir durum ki İtalya gibi bir devlete yenilmişiz. Bunun demekteki maksadım İtalya savaş tarihinde öncesi ve sonra 2.Dünya Savaşında ki duruma bakıldığında gerçekten İtalya çok kötü savaşan bir devlettir. Daha önce sömürge elde etme hevesi ile girdiği savaşlarda kabilelere yenilmiş bunun ezikliği ile yana yana sömürge arama durumunda bir devlettir o dönemlerde. Daha sonra da 2. Dünya Savaşında bakıldığında da bu kadar aciz ve beceriksiz bir devlet görülemez. Kitapta bu konuyu hukuksal şekilde açıklayan yazar İtalyanın durumunu iyi şekilde anlatmış. İşte Osmanlı Devleti bu savaşmayı bilmeyen devlete aslında tam yenilmek sayılmaz ama savaşı kaybetmiş sayılarak toprakları bırakmıştır. Bunun yanında 12 adalarda gitmiştir. Bunda Balkan Harbinin başlamasının da büyük etkisi vardır. 

Abdülhamit Hanın yaptıkları, Osmanlı Devletinin mali durumu, İttihat ve Terakki Cemiyetinin iş bilmezliği ve yöneticilerinin hayal peresliği, Avrupa devletlerinin Osmanlı toprakları üzerindeki oyunları bizim Afrika da ki son toprağımızın kaybetmeye, üstüne de Ege adalarını da vermeye sebep olmuş. Kitabı okuduğunuzda şunu göreceksiniz ki göz göre göre toprağı kaybetmişiz. İtalyanların bu toprak üzerinde ki emelleri ve Roma elçiliğinin uyarıları pek göz önüne alınmamış. Tabi tam Trablusgarp savaşı sırada Balkan Savaşının patlak verince mecburen anlaşma yapılma yoluna gidilmiş.

Trablusgarp savaşı konusunda fazla bir yayın yok. Kitabın yazarı gerçekten güzel bir araştırma yapmış. Hem Osmanlı arşivini, Osmanlı subaylarının ve devlet adamlarının hatıratlarını incelemiş. Hemde İtalyan arşivlerini ve subayları ile devlet adamlarının hatıratlarını incelemiş. Savaş kısmından ve Trablusgarpta ki Osmanlı askerlerinin savaşından pek bahsetmiyor. Genel olarak o dönemdeki diplomatik durumun ve dünyanın siyasi durumu hakkında bilgi veriyor. Adım adım savaşa ve barışa giden yolda dünya devletlerini, İtalyayı ve Osmanlı Devletini izleyerek gidiyorsunuz. 1. Dünya Savaşı öncesi Avrupa'nın durumunu, Osmanlı Devletinin durumunu çok iyi görme imkanı sunuyor. Yazar olaylara gösterdiği tutum ise bana yanlı gelmedi. Kitabın dili akıcı ama yine söyleyeyim diplomatik anlatım olayların ve durumların üzerinden gidiyor sürekli. Bu savaşı merak edenlere ve Osmanlı Devletinin bu dönemini okuyacak olanlara kitabı tavsiye ederim. 


Cumhuriyetimizin 91. yılını kutluyoruz. Ben buraya ne yazsam ne paylaşsam herkes sosyal medya aracılığı ile yapıyor. Sadece şunu demek isterim devletsiz, vatansız ve işgal altında olmanın ne demek olduğunu unutmayın. Sözü üstada bırakıyorum. Bayramınız kutlu olsun.


Sevgili Gençler! Cumhuriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamak için Afganistan'ı, Irak'ı, İran'ı, Pakistan'ı, Emirlikleri, Suudi Arabistan'ı, Suriye'yi, Mısır'ı, Libya'yı, Tunus'u, Cezayir'i, Fas'ı, Afrika'yı düşünün. Cumhuriyetin önünde hazır bir model yoktu. Yolunu düşünerek, arayarak, deneyerek açtı. Şartlardan, ihtiyaçlardan, imkanlardan, tarihten yararlandı. Para yok, kredi yok, yetişmiş  insan yok, uzman yok, araç-gereç yok. Osmanlıdan borca batık bir miras kalmış. O altın kuşağın iki gücü vardı sadece.Akıl ve yurtseverlik. Bu iki güçle yola çıktılar ve Mustafa Kemal ATATÜRK liderliğinde mucizeler yarattılar.TURGUT ÖZAKMAN(Zafer İlgün aracılığıyla)




26 Ekim 2014 Pazar

Tek Adam 1






Aslında normalde tarihsel olarak okumayı seven bir insanım. Fakat daha Anadolu medeniyetlerinden ve Türk Mitolojisini aşamadığım için okuma programına bir kol daha eklemeye karar verdim. Tarihsel olarak okumayı beklesem Atatürk ile ilgili tüm kitapları okumak, onun yaşadığı dönemi anlamak, onun yaptıklarını tarihsel bir süreç içinde takip etmek çok uzun bir zaman sonra gerçekleşecekti. Bende Tek Adam kitap serisini alarak tarihte Atatürk okuma planına başlamış oldum. Aslında ufak ufak geçmişte bazı dönemlerdeki kitapları okudum ama bir bütünlük içinde bunu gerçekleştirmedim. Şimdi bir tarihsel sıra içersin de bu okumaları yapacağım. Tabi Mustafa Kemal'in tarih sahnesine çıktığı döneme ben bodoslama dalıyorum bu konuyu okuma başlayarak. Çünkü o dönemdeki Osmanlı Devleti ve dünyanın durumu, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Abdülhamit Han, Meşrutiyet dönemi, Tanzimat bu şekilde giderse bu işler benim şuan ki okuduğum tarihi devirlere doğru gider. Çünkü tarihte her bir olayın bir etkeni vardır. O etkeni oluşturan başka bir etkende daha gerilere doğru gider. Bir domino taşı serisi gibi olaylarlar bir birilerini etkileyerek tarihi süreçte ilerlerler. Burada ben Osmanlı Devletine, Osmanlı dönemindeki olaylara, dünyanın durumuna değinmeden sadece Atatürk'ün gittiği çizgideki tarihsel süreci okumak düşüncesindeyim.

Burada tabi size Atatürk'ü anlatma işine girişmeyeceğim. Kendimi kaybeder de bu işe girişirsem beni lütfen uyarınız. Zaten tarihe mal olmuş bir kişilik hayatıyla, yaptıklarıyla tarihin içinde mevcut her şey. Fakat (işte burada biraz Atatürk'ü anlatma işine giriyorum sanırım ) Günümüzde Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk heykeller ve resimler olarak algılanıp onun gerçekte kim olduğunu derinlemesine incelenmiyor. Bundan dolayıda Atatürk ile ilgili düşünceleri savunanlarda heykel ve resim savunuyormuş havası veriyorlar ortama. Bize de bu ortamda resimlerden ve heykelden, okul köşesinde duran büstlerden başka ülkeyi kurtarmış, yeniden kurmuş, ilerletmiş ve ölmüş olarak anlatıldığı eğitim sisteminden geçmiş biri olarak. Atatürk'ü asıl ne zaman tanımaya başladım sorusuna gelince aslında aynı onun yaptığını yaparak diyebilirim. Ne zaman tarih bilimi, siyaset bilimi, fikir kitapları ve Atatürk ile ilgili kitaplar okumaya başladım. O zaman anladım ki Atatürk'ü ben şimdi tanımaya başlamışım. Çünkü bu şahsiyet bir insan olmanın dışında arkasında bir ton kitap ile ortaya koydu bir tarihsel gerçekler bıraktı bize. Bende bazı olayları okudukça "hmm demek ki bundan dolayı bunu yapmış" diyebiliyor, onun neden böyle düşündüğünü ve ne yapmak istediğini anlamaya başlamış oldum. Burada Atatürk'ü anlamak ve tanımak istiyorsanız okuyacaksınız.

Kitaba gelince kitap herkesin bildiği gibi Atatürk'ün hayatını Anne ve Babasının evlenmesinden ve aile hayatından başlatıp, Atatürk'ün ölümüne kadar ki süreci anlatan üç ciltlik bir seri. Birinci cildi Selanikten başlayıp Mustafa Kemal Paşanın Samsun'a gitmesi arasını kapsıyor. Bazı bilim adamları ve yazarlara göre Şevket Süreyya Aydemir'in yazdığı kitabın üzerine daha bir kitap çıkamamış. Kitap yazılmadan evvel uzun bir tartışma süreci ve aile üyelerinin hatıraları dinlemiş. Bunu da daha sonra uzun bir tartışma ve yazma sürecinden sonra kitaba aktarmış. Bugün Şeyket Süreyya Bey'in yazdığı bazı olayların belgeleri o devirde olmasa da babasının ve annesinin soy kütükleri ile ilgili belgeler yakın zamanda ortaya çıktı. Buda kitap yazımında ki kaynakların sağlam olduğunu bize gösterir. 

Kitap sadece Mustafa Kemal Atatürk'ün o dönemde neler yaptığını içermiyor. Çevrede gelişen olaylar hakkında da geniş bir bilgi içeriyor. Gelişen olayları da kestirip atarak değil, açıklayarak ve etkilerini bize anlatmış. Bundan dolayı dönemi anlamak ve gelişen olayları bilmek için güzel bir eser olmuş. Şevket Süreyya Aydemir'in Enver Paşa, İsmet İnönü hakkında diğer kitaplarının da olması bu konular hakkında da geniş bilgi sunuyor. Daha ayrıntılı bilgilerinde diğer kitaplarında olduğunu belirtiyor meraklısına. 


Ben aslında kitabın dilinin ağır olduğunu düşünürdüm hep okumadan önce. Fakat okumaya başladıktan sonra dilinin çok sade anlatımının akıcı olduğunun farkına vardım. Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatını okumak isteyenlere ilk önce bu seriden başlamasını tavsiye ediyorum.

17 Ekim 2014 Cuma

Sumerliler Türklerin Bir Koludur







Sonunda Muazzez Hanım diğer kitaplarında bahsettiği Sumerlilerin Türkler ile ilişkisini toplu olarak bir kitapta derlemiş. Kitap aslında Türklerin ve Sümerlilerin arasındaki ilişkiyi göstermek amacı ile ön bilgi verebilecek bir şekilde yazılmış. Hocanın yaşını düşünürsek güzel ve dikkat çekici bir çalışma olmuş.

Cumhuriyet döneminin başlanan Türk tarihini ve Anadolu Medeniyetlerini araştırmasında bugün geri kalmışız. Macaristan da bile Türkiye'den fazla Türklük araştırması yapan dünya çapında ofisleri bulunan kurumlar var. Kazakistan da Cumhuriyet kurulduktan sonra çok geniş araştırmalar başladı. Biz ne yazık ki devlet, akademik ve özel olarak bu işlerde gerilerdeyiz. Bazı hocalarımızın çok güzel çalışmaları olsada. Devlet politikası olarak ve akademik olarak bu konularda bir şey yok.

Tarihin ne kadar önemli olduğunu ile ilgili bir çok söz var. Ama Türkiye de okuma alışkanlığının düşük olması, okuyan insanların tarihi fazla okumamaları sebebiyle tarih bilgisi bizde çok eksik. Bugün bile halen akademik olarak değil genel hurafelere inanç tarih konularda gerçeğe inançtan daha çok. Belgelere inanç yerine kişilerin kanıtsız söylediği sözlere inanç daha fazla. Buda bizi tarih bilincimizin yokluğu ve çarpıklığı içinde günümüzde sürmekte.

Sumlerlilere gelecek olursak; bizim ve dünyanın Sumer diye bahsettiği uygarlığa bu ismi aslında Akkadlar veriyorlar. Tabi Sumer isminin nereden geldiği  ile ilgili bazı eski makalelerde var. Ama bu insanlar kendilerine Kenger yada karabaşlı diyorlar. Daha kendilerine verdikleri isimde Türk kültürü içinde ki benzerlikle başlıyor. Kitapta bu konuya geniş bir şekilde değiniliyor. Daha önce okuduğum 5000 Yıllık Sümer-Türkmen Bağları kitabındaki aynı düzen ile Türk kültürü ile Sümer kültür ve dil yapıları karşılaştırılmış.

Kitapta ortak adlar, Mezopotamya da ve Türkmenistan da bulunan arkeolojik buluntuların, destanların, masallar, ayinler, semboller ve daha bir çok konu iki medeniyet arsında karşılaştırılmış. Ne kadar çok benzerlik ortaya çıksa da Muazzez hanımında değindiği gibi bu konuları akademik ortama taşıyacak ve dünyada kabul ettirecek kişi ve kurumların olmaması Sumer-Türk bağlantısının akademik kabulünü zorlaştırıyor. Kitabın büyük çoğunluğu kitabın sonunda bulunan kelime sözlüğünden oluşuyor. 

Bazı kitaplarında değindiği Gutlar/Kutlar'ın Türk olduğu uzun zaman önce ispatlanmıştı. Bu kol Akkad krallığını sona erdiriyorlar. Üç tane şehir kurup daha sonra 150 yıl 12 kral Sumeri yönetiyorlar. Bu kralların listesi tabletlerde bulunmuş. Kral isimlerinin Türkçe olduğu Sümer bilimci Landsberger kanıtlamış. Daha sonrada Gut/Kut dili ile Türkçe arasında ortak kelime ve ekler keşfedilmiş. Burada Gutlar/Kutlar'ın nereden geldiği önemli. Gutlar/Kutlar acaba Kimmerlilerin atalarımı diye düşünüyor insan.

İş genellikle kelimelerin benzerliğinden ve anlamlarından gittiği için bazı insanlar kelimelerin benzer olmasının bir şey ifade etmeyeceğini söyleyerek Sumer-Türk ilişkisini olmayacağını savunuyor. Kitapta bir dil bilimci olan M. Swadesha'nın tespitini aktarmış " Eğer iki ayrı dilde fonetik ve mana bakımından benzer kelimeler 100'den fazla ise, bunların bağımsız olma ihtimali birkaç milyonda birdir. Aynı şekilde çift kelimeler de 7'den fazla olursa, o iki dil arasında tarihi bir ilişki vardır" Bu kuralın bir başka şeklini Maya dili ile Türk dili arasında ki benzerliğin araştırılması sırasında başka bir dil bilimci söylemiş. 

Konuyu dağıtmadan kitap tek başına da okunabilir ama diğer araştırmalar ve Sumer konusu bilinerek okunursa daha bir bütün halinde aklınıza yatacağı düşüncesindeyim. 

*Kaybolan Cennetin Peşinde - Doç.Dr. Cabbar Işankul - G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 3 (2002), 183-193 bu makalede de Sumer- Türk ilişkisine değinilmiş. Merak edenlerin okumasını tavsiye ederim. Birkaç tane daha makale ekleyecektim ama onları bulup okuyamadım. Bir başka Sumer-Türk ilişkisini araştıran kitapta onları da sizle paylaşırım.

12 Eylül 2014 Cuma

Türklerin Bilime Katkıları






Bilim ve teknoloji tarihte hangi devlet önem vermiş ise o devletin yükseldiğini, güçlendiğini ve çevresindeki topraklara hakim olduğunu görüyoruz. Türkler tarih sahnesine çıktığında savaş teknolojisini geliştirmiş ve çevresindeki diğer kavimlere üstünlük elde etmiştir. Tekniğin ilk savaşta ortamında gelişmesi, sonrada normal hayata geçmesi görülmüştür. 

Bu kitapta ilk Türk kavimlerinin geliştirdiği teknolojiler anlatılmıyor. Bende biraz bu konuyu anlatarak o zamandaki bazı teknik gelişmeleri bahsetmek istiyorum. Atın ilk evcilleştirilmesi Anav kültürüne dayanır. (Anav kültürü Türkistan topraklarında bulunmasına rağmen daha Türkler bağlantısı üzerinde araştırmalar devam etmekte )  Atlıların hareketli olarak savaşta süvari olarak kullanılması ise etkin şekilde Türklerde görülür. Türkler bu üstünlüğü farkına vararak at üstündeki etkinliklerini artırmak için üzengi ve eyeri geliştirmişlerdir. Bunun yanında kendilerininde at üzerinde rahat olmaları içinde çizme ve pantolonu bulmuşlardır. Zamanlarında metalleri işleyerek çevre kavimlerden üstün metal alaşımı savaş silahları yapmışlardır. Ama Türklerin geliştirmiş olduğu kompozit yay kendilerine Osmanlı zamanında Yavuz Sultan Selim Han devrine kadar büyük üstünlük sağlamıştır. Türkler yay ve oku o kadar benimsemişlerdir ki artık güç ve hakimiyet simgesi olarak çok eski zamanlarda anılmaya başlanmış, devlet arması, destanlarda simge, atasözleri, davetiye gibi hayatın çok çeşitli yerlerine de girmiştir. At üzerinde ok kullanan ve bunu hareketli halde yapan tek kavimdir. Bu bütün o zamanın savaş teknolojisi gelişmeleri Türklere büyük üstünlük sağlamıştır.  

Burada şunu düşünmek gerekir şimdiki bizim bildiğimiz bilim ile o zamanki bilim ve teknik biraz farklıdır. Daha bilim metodolojisi ortada yoktur o zamanlar. Onun için şuan ki düşündüğümüz şekilde bir bilim değil daha çok tekniğe dayalı bir gelişmeler olmaktadır.

Uygurlara geldiğinde bu gelişmeler katlanarak devam ediyor. Uygurlarda artık maden işleme, tekerlekli araç kullanma üst seviyelere çıkıyor. Tekerlekli aracı genelde Türkler yazlık ve kışlıklara giderken yurtları ve eşyaları taşımak için kullanırlar. Uygurlar bunu savaşta kullanıyor. Burada bu tekerlekli aracın nasıl bir şey olduğu anlatılmamış onun için ilk Türkler buldu diyemeyeceğim. Çünkü Hititler, Mısırlılar o dönemde 2 tekerlekli atların çektiği savaş arabaları kullanıyorlar. Burada keşfedilen en büyük icat Çinlilerden önce hareketli harf sistemli matbaayı bulmaları olmuş.

Karahanlı devletinden itibaren mimari alanda gelişmeler başlıyor Türklerde. Bu dönemlerde çok büyük bilim şehirleri yükseliyor. Semerkant, Buhara, Merv gibi buralarda artık bilime kafa yoran insanlar ile birlikte çok büyük bilim insanları yetişiyor. İşte bizde bu bağlantıyı kuramadığımız için bazı bilim dallarının Avrupa da ortaya çıktığını sanıyoruz. Bunlardan bir tanesi İbn Sina dönemin en iyi tıp bilimine hakim ve yazdığı kitaplar Avrupaya giderek orada tıp biliminin öncülüğünü yapmış. Kitapta Abdülhamid ibn Türk, Harezmi, Cabir ibn Hayyan, Fergani, Farabi, Biruni, Cildeki, Gıyaseddin Kaşi, Kadızade Rumi, Uluğ Bey ve Ali Kuşçudan bahsediyor. Bu kişilerin yaptıkları matematik, astronomi, tıp gibi bilimlerdeki düşünceleri ve araştırmaları zamanın Avrupasından çok öndedir. 

Osmanlıya geçtiğimizde ufak olarak basedecek olursak. Ne zaman bilim ve tekniğe önem vermiş o vakit gelişmeler ve yükselmeler gözlenmiş. Fatih Sultan Mehmet zamanının en ileri toplarını yapmıştır. Havan topunu icat edip surların arkasına top atabilen topu geliştirmiştir. Yavuz döneminde daha Avrupa kullanımından 300 yıl önce yivli top kullanması buna örnektir. Tabi Osmanlı döneminde bilimsel olarak acı hatıralarımızda vardır. Takuyittinin gözlem evinin topa tutulması ve ilk uçan insanın idam edilmesi bunlara örnektir. Bunlarda dini her dönemde olduğu gibi yobazların kendi kıt beyinleriyle yorumlamaları yüzünden olmuştur.

Kitap ufak olsa da ben uzun bir yazı yazdım. Fakat Türklerde bilim ve teknik yoktur diyen insanlara inat bu tür kitapların daha ayrıntılı ve bilimsel tarih çerçevesinde incelenmesi gerekir. Bir İbni Sina'nın eserleri neyi etkilemiştir, nereden etkilenmiştir, diğer milletlere tesiri nedir ? gibi sorular sorulmalı ve araştırılmalıdır. Bu konuların bizler tarafından incelenmesi gerekir. Ben tabi burada fenni bilimden bahsettim. Bunun yanında sosyal bilimlerde de gelişmiş bir çok yönü vardır Türklerin. Bunların en önemlilerinden bir tanesi devlet düzeni ve kanunlarıdır. 

Kitap ufak ve ince bir kitap ön bilgi olması açısında okunabilir. Son olarak kitabın ismi "Türklerde Bilimsel Gelişmeler" olabilirmiş. Dediğim gibi bizim bu konuda daha fazla araştırmamız ve bilim insanlarımızın daha fazla bu konular üzerinde araştırma yapmaları gerekiyor.

3 Eylül 2014 Çarşamba

Montaigne - Denemeler




Ülkemizde en çok tanınan düşünürlerden bir tanesi kendisi. Orta okul çağında ilk tavsiye edilen kitaplar arasında Denemeler her zaman geçer. Bende okumaya başladığımda bu kitabın namını duyup alıp okumuştum. Yazıyı yazmadan önce baktım 2004-2005 yılında kitabı okumuşum. Baya bir zaman geçmiş üzerinden. Kitabı tekrar okumak aklımdan geçiyordu ama bir türlü okumak için elime alamamıştım. Kitap okuma grubunda Denemeler seçilince bir vesile oldu benim için. Yalnız o zamanlar okuduğumda benim için önemli olan sayfalara ufak beyaz kağıtlar koymuştum. Üniversitedeyken birisi kitabı almış ve içindeki kağıtlar haliyle yok olmuş. O zamanlar şimdi kullandığım renkli yapışkanlı işaretleyiciler de yoktu. Şimdi okurken o zaman ne benim için önemliymiş onu görme şansım olurdu ama bu geçmişe dönük kendi düşünce analiz şansımı kaçırmış oldum. Sonra bana kızıyorlar insanlar neden kütüphanen de bulunan kitapları kimseye vermiyorsun diye. İşte arkadaşlar böyle sebeplerden ve kitapların genellikle geri dönmemesinden dolayı dışa kapalıyız. 

Kendilerini tanıtacak olursak; asıl ismi Michel Eyguem De Montaigne  Fransa doğumlu 1533-1592 yılları arasında yaşamış bir rönesans düşünürü. Kendisi varlıklı ve soylu bir aileden geldiği için o zamanın koşullarına göre iyi bir eğitim almış. Kitapta da göreceğiniz üzere Yunan ve Roma düşünürlerini iyi şekilde okumuş. Bir süre sonra şatosuna çekilerek burada yaşamanını sürdürmüş. Şatosuna çekildiğinde kendini kitaplara ve yazı yazmaya vermiş. Sonunda da Denemeler o zamandan bu zamana kadar bize ulaşmış. 

Kitabına baktığımızda aslında varoluşun amacını aramamış kendisi daha kolay ve ulaşılabilir olan kendini incelemiş. Kendi doğasını, alışkanlıklarını, görüşlerini kalem almış. Dil bakımından hiç zorlamayan ve sadece kendi düşüncelerini aktarmak için yazılmış bir kitap. 

Kitabı okuduğunuzda aslında varoluşun amacını sorgulamamış fakat kendini ve çevresini açık olarak sorgulaması ve bunu yazması, size de bazı şeyleri rahatça düşünmenizi sağlayabiliyor. Sizin kendinizi veyahut başka konuları düşünürken koyduğunuz sınırları daha da genişletebiliyor. Bazı konularda yazdığı yazılar aradan yaklaşık 500 yıl geçse de insanoğlunun davranış olarak aslında pek değişmediğini gösteriyor. Teknoloji ilerlese de insan davranış bakımından her çağda aynı. Cinsellik, ölüm, krallar, ruh ve kitaplar üzerine yazdığı yazılar günümüzde de aynı şekilde devam ediyor. 

Eleştiri kısmına gelecek olursak. Ben 10 sene önce okuduğum kitabı tekrar okuyunca bir aydınlanma yaşayacağımı düşündüm. Çünkü kitabı gerçekten ne yazdığını hatırlamıyordum. Kitabı tekrar okuyunca aslında o kadarda sizi düşündürecek ve size fikir olarak yeni kapılar açacak bir şey olmadığını anladım. Kitap ortaokul, lise çağındaki bireylere okutulabilir. Fakat belli bir bilgi ve düşüce birikimi olan kimseler için sadece kültür olarak okunabileceği düşüncesindeyim. 

Kitap baskısı konusuna gelecek olursak. Ben iş bankası yayınlarını okudum. Fakat kitabın aslı 4 ciltten oluşuyor. Say yayınları bu 4 cildi de basmış ama çevirisi konusunda bir şey söyleyemeyeceğim. Okuyacaksanız tam metini okumanız her zaman daha yararlıdır. Türkiye de yabancı kitaplar ve klasikler konusu her zaman sıkıntılı bir konudur. Yayıncılar nedense bu kitapları hiç bir zaman aslı gibi basmamışlar. İlla kısaltmışlar veyahut bir kaç cildini yayınlamışlar. Günümüzde halen basılan klasikleri tam metin çıkmıyor. 

Sunay Akın'ın Don Kişot ile ilgili bir anlatısı var. Şimdi bizde Don Kişot ufak bir kitap. Biz avrupalılara Don Kişot okuduk dediğimizde Avrupalılar bir şok geçiriyorlarmış. Yani Don Kişot bizim topraklarda yazıldı biz bile okumadık diye. Meğersek kitabın aslı 19 ciltmiş. Bizde 100-150 sayfalık bir hikaye olarak geçiyor. İşte bu yayıncıların sadece para için yaptıkları bir olay yüzünden biz bazı eserleri bire bir okuyamıyoruz. 

Denemeleri okumak isteyenler bu yüzden 4 ciltlik olanı araştırıp bu yayından okurlarsa daha yararlı olacağını düşünüyorum.

24 Ağustos 2014 Pazar

ALTININ GÜCÜ




Kağıt hiçbir zaman para olmaz ancak mevcut maden veyahut 
ürünlerin değerlerini temsil edecek bir işaret olarak kullanılır.
                                                                                                                         Ma Twan-Li 


Altın insanın bilinç kazanıp, medeniyetler oluşturması ile ortaya çıkmış bir madendir. Fiziksel özelliği yumuşak olduğu için günlük hayatta bu metalden bir alet üretip kullanmaya uygun değil. Çabuk eriyebilen ve parlaklığını yüzyıllar geçse de kaybetmeyen, insanların içlerinde ki hırsa, güzelliğe, biriktirmeye ve elde etmeyi körükleyen bir metal. Günümüze kadarda değerinden ve insanlara hissettirdiği duygulardan hiç bir şey kaybetmeyip. Üzerine daha çok değer katmış bir metal. 

Altının ilk insan kullanımında görülme zamanı Sümerlilere dayanıyor. Ama insan doğasını etkileyip, onu elde etmek için her yolun denenmesi Mısırlılarda başlıyor. İnsanlar o kadar etkileniyor ki bu metalden kendi derilerine altın ile pullayarak onun gibi parlak ve çekici olmak istiyorlar. Kudretlerinin simgesi olarak altından büyük heykeller ve mabetler yapıyorlar. Bunun yanında bol miktarda ziynet eşyası olarak da üretiliyor. Genelde kral, kraliçe ve rahipler kullandığı için bir dönem kutsiyette kazanıyor. 

Altını para olarak kullanan ilk olarak Sümerliler fakat onlar sikke şeklinde kullanmıyorlar. Altını para olarak ticaret dolaşımına ilk olarak Lidyalılar sunuyorlar. Mükemmelleşmesi ise ve ilk defa tek boyut ve tek şekil haline gelmesi Pers imparatorluğunda Darius zamanında oluyor. İlk defa para üzerine bir kişini resmi basılması yine bu dönemde, Darius kendi resmini altın sikkeler üzerine bastırıyor. Altın parada ilk defa değerini düşürme yani sikkenin içindeki altın miktarını azaltma işine Romanlılar girişiyor. Artık mal elde etmek, süslenme ve yüksek harcama dengesini karşılayamayan devlet altında bulamadığı için dışarıdan mecburen bu yolla başvuruyorlar. 

Hep merak ettiğim madeni paraların neden kenarları tırtıklı konusununda aslında tarihsel bir nedeni olduğunu öğrendim. Altın sikkeleri zamanla kolay para kazanmak isteyenler kenarlarından kazıyarak sikkeden altın çalma yoluna gitmişler. Devlet ne kadar ölüm cezası verse de ve ne kadar insanı assa da bu sikkelerin kenarlarından kazınarak altının çalınması olayını engelleyememiş. En sonunda sikkelerin kenarlarının kazınıp kazınmadığının anlaşılması için kenarları şuan madeni paralarda olduğu gibi tırtıklı yapılmış.

Altın ile ilgili en ilginç ölüm Roma komutanın para hırsına karşı Part devleti ile yaptığı savaş sonucu yakalanıp, boğazından aşağıya erimiş altın dökülüyor. En büyük harcama ise 136 ton altın harcanarak Ayasofya'yı inşa etmek.

Kitapta bazı bölümler fazlaca Avrupa tarihine giriyor. Bu kısımlarda fazla bir altının öyküsü değilde belli zamanlarda Avrupa da gerçekleşen olaylar sonucunda iktisadi ve sosyal olarak nasıl etkilediğini göstermek istemiş yazar. Fakat bazı anlatımlar gereksiz gördüm ben. İspanyolların Peru'yu işgal etmesi sonucu İnkaları altın içinde nasıl öldürdükleri de anlatmış. İnkaların altın ile yaptığı sanat eserlerinin de çok az bir kısmının olduğu şekilde kaldığı geri kalan tüm altın eşyaların eritilip sikke haline dönüştürülmüş.

Avrupa bu kadar çok altını kendi kıtalarına taşımalarına rağmen çok ilginç olarak ülkeler zenginleşmemiş, altın hareketi doğuya doğru kayarak yine Avrupa'nın elinden çıkmış. Uzak doğundan yapılan ticaret altın ile gerçekleşmiş ama uzak doğuya giden altın geri Avrupa'ya dönmemiş. Bu zamanlarda ilginç olarak uzak doğuda ki devletler para olarak altın kullanmıyorlar. Bu nedenle ülkeye giren altın süs eşyası olarak kullanıma dönüştürüyor. Bu ülkelerde ilk baş bakır gibi madenlerden para basılmış özellikle Çin de daha sonra daha ucuz ve kolay bir yol olan kağıt paraya ilk geçen Çin devleti olmuş. Daha sonra onları Moğol devleti izlemiş. Tabi bu zamanda kağıt paranın karşılığı devlet tarafından altın olarak ödenebiliyor. Bundan dolayı kağıt para altın para kadar değerli olarak kullanılıyor. Daha sonra ABD kağıt paranın altın karşılığını keserek günümüzde ki kağıt para şekline getirmiş. 

Kitabı iki kısma ayırmak mümkün. İlk kısım altının tarihsel serüveni, ikinci kısım ise iktisat tarihi denebilir. İkinci kısım yine altına dayalı devam etse de artık altın devletlerin ekonomik güç simgesi olarak merkez bankalarında külçeler halinde saklanmakta. Buna dayalı olarak ekonomileri etkileyen olayları ve gelişimleri anlatıyor ikinci bölümde. Ben bu bölümde biraz sıkıldım. Ama ilk bölüm altının zaman içinde aldığı yol çok ilgi çekici. 

Yazar kitabında altın konusunda iki konuya değinmemiş. Birinci simya ilminde altının önemi ve tarihsel durumu. İkincisi ise artık teknolojinin gelişmesi ile altının teknolojik olarak kullanımı. Daha çok altının para olarak gücü üzerinde durulmuş. Fakat bunlarda olsaydı ikinci bölümün yarısı yerine altın elde etmek için simyacıların neler yaptıkları, Newton'un bile simya ilmi ile uğraştığı, kurşundan altın elde edilme uğraşı gibi konularda ilgi çekebilirdi. Yinede altının serüvenini merak edenler için okunabilir bir kitap.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

5000 Yıllık Sümer-Türkmen Bağları





Sümer medeniyeti çok önemli bir konu. Çünkü Avrupa medeniyetin Yunanlılardan çıktığını düşünüyorlar. Onların teknolojiyi, tanrılar sistemini, bilimin temellerini attığını, devlet fikrinin buralarda yeşerdiğini, Avrupa medeniyetinin başlangıcının Yunanlılar olduğunu savunuyorlar. Mesela dik üçgenin en uzun kenarını bulmak için uygulanan yöntemi bize Yunanlılardan Pisagor isimli bir bilginin bulduğunu söylenir ve teoremin isminin de pisagor teoremi olarak geçer. Sümer kazılarında bulunan bir tablette Pisagor bağıntısının aynısı bulunmuştur. Buda bu teoremin Sümerliler zamanında bulunduğu sonra diğer medeniyetlere geçerek Yunanlılara kadar geldiğini gösteriyor. Fakat Pisagor bunu ben buldum diyerek sanırım intihalin ilk örneğini gösteriyor tarihte bize.

Sümerliler  MÖ 4000-2000 yıllarında yaşamışlarsa da etkileri geniş bir alana yayılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Bunun yanında Sümer konusunda bizim dikkatimizi ilk çeken ve Sümer araştırmalarının yapılmasına önem gösteren Atatürk'ün neden bu medeniyetin öğrenilmesi gerektiğini bu medeniyeti öğrendikçe anlaşılıyor. 

Sümer konusunu okumaya karar verdiğimde Muazzez İlmiye Çığ Sümerlilerin Türk olabileceğini, dillerinin farklı olduğunu, geleneklerinin etrafındaki hiç bir medeniyete benzemediğini, teknolojilerinin başka bir yerden getirdiklerini söyleyip bununla ilgili araştırmaların durduğunu ve daha fazla araştırma yapılması gerektiğini söylüyor. Atatürk'te okuduğu kitaplardan Sümer dilinin Ural-Altay dilleri gibi olduğunu görerek ve diğer özelliklerini benzeterek Sumer medeniyetini Türk olabileceğini düşünerek araştırmalar yaptırıyor. Bizde akademik çevrede bu araştırmalar bitse de bazı araştırmacılar ve akademisyenler Sümer-Türk bağını araştırmaya devam ediyor. Bu kitapta bunlardan bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor.

Peki neden Sumer-Türk bağlantısının araştırılması bu kadar önemli. Adamlar Türk olsa ne olur olmasa ne olur diyenler vardır. Avrupa Osmanlı zamanında da, Cumhuriyet kurulduktan sonra da Türklerin Anadolu topraklarına Asya'dan geldikleri ve daha önce bir medeniyete sahip olmadıkları, işgalci ve göçebe olduklarını savunuyorlar. Bunu da bilimsel yöntemler ile kanıtlamaya çalışıyorlar. Tabi bu bilimsel bakış yine kendilerince delillere bakma ve yorumlama şeklinde gidiyor. Allahtan gerçek bilim adamları var, gerçeğe sadık kalan. Anadolu ve Mezopotamya da ne kadar medeniyet varsa Avrupa kendine mal etme çabasına girişiyor ve bu çabalarını günümüzde de devam ettiriyor. Bundan dolayı Türk milleti kendi kendi tarihini hemde yaşadığımız coğrafya da ki tarihi iyi bilmeli ve araştırmalıdır. 

Asya da buzul sonrası büyük göllerin kanıtlanmaya başlanması ile araştırmacılar bu bölgelerde kazı çalışmaları yapmaya başlıyorlar. Bu kazılar sonucunda bu göllerin yakınında yerleşik, tarım yapabilen, metalleri işleyebilen gelişmiş bir medeniyet ortaya çıkıyor. Hemde yapılan araştırmalarda bu medeniyetin Sümerlilerden eski ve aynı döneme denk gelen gelişim evrelerinin olduğu saptanıyor. Bunun yanında Anadolu, Mezopotamya da bulunan koyun ve buğday türlerinin Asya kökenli olduğunu keşfediyorlar. Bu kültürün bir yazısı olamadığı için kim oldukları, kendilerine ne dediklerini bilmiyoruz. Bundan dolayı bilim adamları bulunduğu bölgeye göre bu kültüre Anav (Anau, Anu ) kültürü diyorlar. Bu bölgede MÖ 8000 yıllarında tarıma başlandığı, MÖ 8000-6800 yıllarında hayvanın ehlileştiği tespit ediliyor. Bir çok ilk gelişme Sümerden önce bu medeniyette gözükmeye başlıyor. 

Buzul çağının MÖ 12500 bitiminden sonra büyük tatlı su gölleri oluştuğunu fakat daha sonra çeşitli nedenlerle bu tatlı su göllerine gelen kaynakların kesilmesi ve MÖ 6200'ler de mini buzul çağının başlaması ile iç Asya da ki büyük göller buharlaşıyor. Kitap işte bunu anlatan bir makale ile başlıyor yolculuğa. Bunu okuyunca da Sümer toplumunun bu yoldan geldiğine dair kanıt olmasa da aklınızda bir göç yolu beliriyor Mezopotamya'ya kadar. 

Sümer toplumu Mezopotamya'ya Asya taraflarından geldiği biliniyor. Geldiklerinde tarım yapmayı, inşa etmeyi, bentler kurmayı, Mezopotamya da taşın çok az olamasına rağmen taş ustalığını biliyorlar. Dillerinin bitişimli bir dil olduğu biliniyor yani Ural-Altay dil grubundaki diller gibi olduğu. Gelişmiş bir tanrılar sisteminin olduğu ve baş tanrıların yanında bir çok ufak tanrıların olduğu. Hikayeleri ve destanları biliniyor. İşte burada karşılaştırma metodu ile Türk kültüründe bulunan destanlar, inanç sistemi ve dil konusu incelenerek Sumer-Türk ilişkisi araştırılıyor. Çok sayıda farklı konularda benzerlik ilişkisi kuruluyor. 


Bugün Sümer çivi yazısının okunması konusunda en büyük yanlış ve eksiklik az sesli harfi bulunan bir dili referans alarak Sumer yazılarını okumaya çalışmamız. Akkadlar ve onların devamı olan Sami ırktan bu medeniyetler Sumer toplumunu asimile ettikten sonra Sumer tabletlerini kendi kütüphanelerine kaldırıyorlar ve tabletleri kendi dillerine çeviriyorlar. Bizde Asur (Sami ırk) dilinin yardımıyla karşılaştırmalı olarak Sumer tabletlerini okuyoruz. Fakat bu sami dilinde çok sesli harf yok bugünkü Arapça da olduğu gibi ama Sumer dili hem eklemeli hemde çok sesli harf içeren bir dil. Böylelikle tam bir çeviri olmuyor. Kitap bu konulara çok güzel değinmiş ve çok geniş bir dil bilgisi karşılaştırması yapıyor. Sumer dilinin Türkçe lehçeleri kullanılarak okuma çalışmaları da yapıyor. En ünlüsü ve Türk dilini MÖ 3000 yılına taşımasını sağlayan Osman Nedim Tuna'nın bilimsel olarak sunduğu ve kabul olunan kitabıdır. Ses değişimlerini bilimsel olarak göstererek Sumer-Türk dili arasındaki ortak kelimeleri tespit etmiştir.



Okumalar sonrasında Sumer'in en büyük tanrısının isminin Dingir olması diğer isminin Anu olması manasının ise Türklerde ki Tengri ve gök manasına gelmesi en büyük ilişkilerden bir tanesidir. Bunun yanında Tanrılar sisteminin Türk Göktanrı inancına benzediği gösterilmiştir. Dağların kutsal olması, ayinlerin Türkler de dağlarda yapılması fakat Mezopotamya da dağ bulunmaması Sumer toplumunun yapay dağlar yapmaya yöneltmiş bu yerleri hem inanç merkezi hemde gözlem yeri olarak kullanmışlardır. Bu yerler Ziggurat denilen basamaklı piramitlerdir. Genelde Babil kulesi diye incil de ve hikayelerde geçen yapı budur. 

Bunların yanında yer isimleri, destanlar ve hikayeler, hayvanlar, sayılar ve takvim şekilleri karşılaştırılmıştır. Sümer toplumu altı esasına dayanan sayı sistemi ile bugün bizim kullandığımız yıl, saat ve dakika sisteminin kurucularıdır. Bugünkü şekilde kullandığımız yıl takvimini hesaplamışlar. Türklerde de 12 hayvanlı takvimin ve sayı sisteminin benzerliğine değinilmiştir. 

Kitapta bir şey çok dikkatimi çekti. Türkmence diye bir dilden bahsediyor yazar. Benim bildiğim Türkmence diye bir dil yok, bunun yanında Türkmen diyor ırka da, Türk kültürü  ve Türkçenin lehçeleri vardır bu kullanım çok yanlış geldi. Nasıl Azerice diye bir dil yoktur Azeri Türkçesi vardır bununda bu şekilde kullanılması hoş olmamış.

Bu karşılaştırma ve inceleme konusunda güzel bir kitap. Fakat kitabın baskısı yok. Piyasada da pek bulunmuyor. Ben 1 yıl aradım ve karşıma çıkar çıkmaz almıştım. Eğer kitabı fiziksel olarak bulamazsanız. Özet olarak pdf formatın da internette rastlamıştım ama bunu da bulması kolay değil. Sümer konusunu merak eden ve Türk ilişkisi üzerine düşünenlerin bulup okumalarını öneririm. Arayan insan her şeyi bulur kitabı da mevlasını da :)






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...